Salı, Eylül 21, 2010

Neden Türkiye 7 Bölge?

Yılmaz Özdil'in Türkiye'nin neden 7 bölgeye ayrıldığı hakkında yazısı:


Devletin ayrılmaz bütünlüğü filan...

Diyorsunuz ki:

“Nerden çıktı bu özerklik işi?”

*

Önce sorayım...

Kürt vatandaşlarımız yarın öbür gün ayrılır giderse, hangi bölgemiz olur bu?

Marmara mı?

*

Ya da şöyle sorayım...

Kendini Laz tabir eden vatandaşlarımız özerkliğe özenirse, hangi bölge gider?

Ege mi?

*

Şablon kafamızda hazırdır.

Lego gibi.

*

Önünüze harita koymadığım halde, şak diye bilir, tık diye ayırırsınız yukarıdaki sorularımın cevabını... Çünkü, ilkokuldan beri zihnimize kazınmıştır. Ezbere.

Türkiye yedi bölgedir.

*

Peki, niye yedi bölgedir?

Niye sekiz değildir mesela?

Ya da altı, dokuz?

*

Akdeniz'i ele alalım...

Akdeniz diye ayrı bi bölgemiz var ama, Akdeniz Valisi yok, o halde niye Akdeniz diye ayrı bi bölgemiz var? Akdeniz diye özel lakap takmasaydık, ne olacaktı yani, oralarımız var olmamış mı olacaktı?

*

İklim, bitki örtüsü, coğrafi konum filansa eğer... Denizli'ye Afyon mu daha çok benzer, Balıkesir mi? Neden Afyon Ege'dedir de, Balıkesir Marmara'dadır?

Denize kıyıysa mesele, Bilecik niye Marmara'da, kıyısı mı var? Ege sahilinde midir Uşak? Tokat ve Çorum neden Karadeniz'dedir? Onlar Karadeniz'e dahilse, Çankırı neden İç Anadolu'ya dahildir? Eskişehir ile Kütahya'nın farkı nedir ki, farklı bölgelerdedir?

*

Hiç sormayız kendimize...

Öyle dendiği için, öyle kabul ederiz.

*

Çünkü...

Mustafa Kemal öldükten sonra, 1941'de, Birinci Coğrafya Kongresi'ni topladılar. Saygın coğrafyacılarımız masaya oturmaya hazırlanıyordu ki, Almanya, Fransa, İngiltere ve ABD'den “biz bu işleri iyi biliriz, tecrübeliyiz, yardımcı olalım” teklifi geldi... E iyi niyetle yardımcı olmaya gayret eden bu ülkelere “hayır” denmedi tabii, “buyrun, yardımcı olun” dendi.

*

Profesörler gönderdiler.

Bi yardımcı oldular...

Türkiye yedi bölge!

*

Hesapta “üniter devlet”in haritası çizilecekti, el âlemin yardımını yardım zannettiler, kaş yapalım derken, göz çıkardılar, oturup, memleketi güzel güzel yediye
böldüler... Lego gibi.

*

Parçalar boyandı...

Yerlerine tak'ıldı.

Aynı'lıklar değil, ayrı'lıklar benimsetildi.

Sök'meye hazır hale getirildi.

*

Bilmiyorum, “nerden çıktı bu demokratik özerklik” meselesini yeterince açık anlatabildim mi!


Pazar, Ağustos 29, 2010

Bırak Gitsin - Let It Go




Let it go, let it roll right off your shoulder,
Don't you know, the hardest part is over, let it in,
Let your clarity define you in the end,
You will only just remember how it feels.

Our lives are made, in these small hours, these little wonders
These twisted turns of fate, time falls away,
But these small hours, these small hours, still remain.

Let it slide, let your troubles fall behind you, let it shine,
Till you feel it all around you,
And I don't mind, if it's me you need to turn to, we'll get by,
It's the heart that really matters in the end.

Our lives are made, in these small hours, these little wonders
These twisted turns of fate, time falls away,
But these small hours, these small hours, still remain.

All of my regret, will wash away somehow,
But I cannot forget the way I feel right now.

In these small hours, these little wonders, these twisted turns of fate,
All these twisted turns of fate, these twisted turns of fate
Yeah, times falls away

But these small hours, these small hours, still remain.
They still remain, these little wonders, all these twisted turns of fate
time falls away, but these small hours, these little wonders
Still remain.

Cumartesi, Ağustos 21, 2010

Cumartesi, Ağustos 14, 2010

29. Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı Açıldı


Her sene "Sultanahmet Kitap Fuarı" ismiyle her sene Sultanahmet Camii avlusunda düzenlenen fuar bu sene Beyazıt Meydanına taşındı. 2010 Yılı Ramazan ayında 240 yayınevini kitapseverlerle buluşturacak fuar 13 ağustos'ta açıldı. Hepimiz bu güzel etkinliğe katılmalıyız.


Nerede?

Pazartesi, Temmuz 05, 2010

Perşembe, Mayıs 27, 2010

Ben bu adamı sevdim hakim bey Siz sevginin ne olduğunu bilir misiniz?




Ayhan Hanım, mahkemeye çıkarıldı. Kimsenin üstüne vazifeymiş gibi, Menderes'le ilişkisinin hesabı soruldu. O da içeri tıkılacaktı.

Başsavcı Altay Ömer Egesel'di, sert ki barut... Başyargıç, Salim Başol'du, herkesi tir tir titreten..

Ayhan Hanım O herkesi titreten Başyargıç Salim Başol'a şöyle bir baktı ve:

"Ben bu adamı sevdim, hâkim bey," dedi, "siz sevginin ne olduğunu bilir misiniz?"

Mahkeme salonuna bomba düşmüş gibiydi. Korkunç bir sessizlik oldu, sinek uçsa duyulacaktı.

Salim Başol hiç ağzını açamadı. Lafı yuttu. Sustu kaldı.





Bugün 27 Mayıs'ın 50. yıl dönümü. 27 Mayıs 1960, Cumhuriyet tarihinde darbelerin kapısını aralayan ilk tarihti. Aradan geçen 50 yıl boyunca yapılan bütün darbeler, 27 Mayıs'tan yasal ve meşru dayanak sağlanarak gerçekleştirildi. Bu önemli günde tarihteki bu kara sayfayı tekrar lanetliyor ve Ayhan Hanım gibi yürekli kadınları saygıyla anıyoruz.


27 Mayıs'ta ne olmuştu?

Çok partili yapıya geçişin 10 sene ardından, Kemalist devlet yapısını korumak isteyen askeri ve sivil bürokrasinin çabaları ile ilk darbe gerçekleşti.

Sivil-askeri bürokrasinin temsilcisi olan CHP rejimine karşı biriken öfke, aslen ticaret burjuvazisinin ve toprak sahiplerinin temsilciliğini yapan Demokrat Parti'yi 1950 seçimlerinde iktidara taşımıştı. CHP'nin baskılarından ve büyük ekonomik durgunluktan bunalan halk, DP'den çok şeyler bekliyordu. Nitekim DP kısa sürede aldığı serbest piyasa önlemleriyle ithalat ve ihracatı artırdı, tarım sektörüne önemli destekler verdi. Halkın yaşam seviyesinde gözle görülür bir düzelme oldu.

Demokrat Parti, serbest piyasa ekonomisini tam olarak uygulayabilmek için sivilleşmek, yani mevcut askeri-sivil bürokrasi vesayetine son vermek istiyordu. Bunun için devlet memurlarına yönelik reformlar yaptı, Genelkurmay Başkanlığı'nı Milli Savunma Bakanlığı'na bağladı. Askeri-sivil bürokrasi ve temsilcisi CHP, bu yeni durumdan hiç hoşlanmadı. Yıllardır ellerinde tuttukları iktidarın avuçlarının arasından kayıp gittiğini seziyorlardı.

1950'li yılların ortalarından itibaren, DP'nin önlemleri ve destekleri sayesinde hatrı sayılır bir sermaye birikimi sağlamış olan toprak ve ticaret burjuvazisinin bir kısmı, bu birikimini sanayi alanına kanalize etmek istedi. Ancak DP sanayi alanına yatırıma ilgi göstermediği gibi, ticaret ve tarımı desteklemeye devam etti. Bu yeni durum karşısında sanayi burjuvazisi, bir zamanlar can düşmanı olduğu CHP'ye meyletmeye başladı. 1958 yılında yaşanan ciddi ekonomik kriz sonucunda, büyük şehirlerde DP aleyhtarlığı kitleselleşmeye başladı.

Sivil-askeri bürokrasi ve devletçi aydınlar, iktidarı tekrar ele geçirmek için hazırlıklar yapmaya başlamışlardı. Hükümetin aslında gerici olduğu, ülkeye şeriat getirmek istediği söylentileri alıp yürümüştü. Menderes Hükümeti'nin ezanı yeniden Arapçalaştırma icraatı, buna delil olarak gösteriliyordu. Oysa Türkçe ezan baskıcı Kemalist rejimin bir sembolü olarak halk tarafından nefretle karşılanıyordu; tekrar orijinal Arapça haliyle okunması genel bir memnuniyetle karşılanmıştı.

Öğrenciler arasında her türlü provokasyon yapılıyor, suni çatışmalar yaratılıyor, ülkede kaos ve karmaşanın hüküm sürdüğü izlenimini uyandırmak için elden ne geliyorsa yapılıyordu.

50 yıllık cuntanın temeli

27 Mayıs 1960, sabaha karşı 04:36'da Kara Kuvvetleri Komutanlığı NATO Şubesi Müdürü Albay Alparslan Türkeş, radyoda cuntanın ilk bildirisini okuyarak, darbeyi kamuoyuna duyurdu. Seçilmiş yönetim organlarının yerine cuntanın "Milli Birlik Komitesi" (MBK) adını verdiği organ yönetimi devraldı.

27 Mayıs, ordunun seçilmiş hükümeti devirme ve halk adına karar verebilme yetkisine meşruiyet kazandırdı. 50 yıllık cuntanın kurulmasında kilit rol oynayan pek çok kurum da bu darbenin ardından kuruldu.

Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hakimler Kurulu (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) gibi yargı organlarının yanı sıra, ordunun yönetime doğrudan müdahalesini kalıcı hale getiren Milli Güvenlik Kurulu (MGK) da 27 Mayıs'ın ürünü oldu. MGK, Türkiye'de siyasetin nasıl yapılacağını ve dahası nasıl yapılamayacağını belirleyen rolü ile sonraki 50 yılın en önemli siyasi kurumu oldu. Bu kurumun yetkili mercisi ise TSK temsilcisi olarak kalacaktı.

Daha sonraki darbelere zemin hazırlayan "TSK İç Hizmet Kanunu" da 27 Mayıs darbesinden sonra yürürlüğe konuldu. Daha sonra yapılan darbeler, bu kanuna atıf yapılarak meşrulaştırıldı.

Hukukun Katli

Ülkenin cumhurbaşkanı ve başbakanı ile beraber hükümet partisinin hemen bütün üyeleri yargılandı. Başbakan dahil, hükümetin üç üyesi idam edildi. Cumhurbaşkanı, yaşından dolayı idamdan son anda kurtuldu. Darbelerin kapısı da böylece açıldı.


Mahkemede görülen ilk davalar; köpek, bebek, külot, cımbız davaları oldu. Bir köpeğin değerinden fazlasıyla Atatürk Orman Çiftliği'ne satıldığı iddiasıyla açılan köpek davası ilk yargılama olmuştu.

Ardından, gelen dava bebek davası oldu. Opera sanatçısı Ayhan Aydan'la Menderes arasında bir ilişki yaşanmıştı. Bu ilişkiden bir çocuk dünyaya gelmiş, ancak yaşayamayarak ölmüştü. Herkesin bu durumu bilmesine rağmen durum dava konusu yapılmış, Ayhan Aydan'ın üzerinde yoğun bir baskı kurularak, olayın magazin boyutunun ayyuka çıkması amaçlanmıştı. Fakat Aydan darbecilerin umduğu gibi iki gözü iki çeşme ağlamamış, aksine "Ben bu adamı sevdim, hakim bey! Siz sevginin ne olduğunu bilir misiniz?" diyerek, darbecilerin heveslerini kursaklarında bırakmıştı.

Menderes hakkında açılan bir başka dava ise "cımbız" davasıydı. Başbakanlık Konutu'nda "ele geçirilen" yüzlerce belge arasında birkaç cımbız alımına işaret eden bir fatura bulunmuş, bu fatura örtülü ödenekten karşılanmıştı. Savcı, eline geçen fırsatı kaçırmak niyetinde değildi. Başbakan Menderes'e kadınlarla "düşüp kalktığını" ima ederek bu cımbızları ne maksatla aldığını soruyor, ona tasarruf dersleri veriyor, İngiltere başbakanının pazarda "çekişe çekişe" pazarlık yapan karısından örnekler vererek devletin parasını cımbızlarla çarçur etmemesini emrediyordu.

Duruşmalar sırasında en garip anlardan biri savcının bir zarftan kadın külotü çıkarıp, bunun Menderes'in kasasından çıktığını söylediği zaman yaşanmıştı.

Bu davalar, Menderes'in "ahlâksız" biri olduğunu kamuoyuna duyurmak amacıyla gerçekleştirilmişti. Cımbız, külot ve doğmamış bebek günlerce gazete sayfalarını süsledi. Daha sonra yapılan yorumlarda, davalara bu "kişisel" konularla başlanmasının bir başka amacı olduğu daha söylendi: Menderes ve çevresinin mahkemeyi tanımadıkları yönünde beyanat verme olasılıklarına karşı, cuntanın bu davaları öne sürerek zorunlu bir savunma ile mahkemeyi tanımaya sevketmek.



Mahkeme Heyeti Başkanı Salim Başol sonralı şu kaydadeğer açıklamayı yapmıştır: 
İktidardaki siyasetini asla onaylamadığım, onaylamamak şöyle dursun şiddetle nefret ettiğim adnan menderes'in, o müeddep, alçakgönüllü ve yumuşak cevapları, beni duruşmalar sürüp gittikçe düşündürmeye başlamıştı. dp liderlerinin suçlu oldukları ve cezalandırılmaları gerektiği konusunda herhangi bir tereddüdüm yoktu. ama giderek, 'bebek davası' ve 'köpek davası' gibi, ipe sapa gelmez gerekçelerle açılan davaların, yargı mekanizmasına başlangıçtaki güvenimin, yerini yavaş yavaş, kuşkulara bırakmasına neden olduğunu hissediyordum.


50 Yıl Sonra


İşte bugün Tükiye’nin darbe ayıplarının başladığı günün 50. yıldönümü. 50 yıl önce darbe için fetva bile çıkarılmış. Pullar basılmış. Bir Başbakan kasasında kadın donu çıktı diye mahkemelerde süründürülmüş, asılmış. Ve daha akıl almaz ne olaylar. Allah bize böyle günleri tekrar yaşatmasın.






Kaynaklar: http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ardic/2009/02/21/Ayhan_Hanim
http://fotoanaliz.hurriyet.com.tr/galeridetay.aspx?cid=36220&p=1&rid=4369 

Perşembe, Mayıs 06, 2010

BARDAĞI YERE BIRAKIN BUGÜN

Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı.
Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu.


-"Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?"
-50gm!' .... '100gm!' .....'125gm'..diye öğrenciler yanıtladı.
-"Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem, " dedi profösör, "ama, benim sorum şu ki :"Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?"
-'Hiçbir şey' diye yanıtladı öğrenciler.
-"Tamam peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?" diye sordu profesör bu kez.
-"Kolunuz ağrımaya başlardı efendim" diye öğrencilerden biri yanıtladı
-"Haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?"
-"Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı, batar vs gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız!".


Tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler.


-"Çok iyi. Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?"diye sordu profesör.
-"Hayır." diye yanıtladı herkes.
-Peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?


Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar.


-"Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?"diye tekrar profesör sordu.
-"Bardağı bırakın düşsün!" diye öğrencilerden biri yanıt verdi.
-"Kesinlikle! " dedi, profesör.


"Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürsün. Başınız ağrımaya başlar.Daha uzun düşünün. Artık seni bitirmeye ve hiçbir şey yapamamana neden olur.Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir,Fakat DAHA ÖNEMLİSİ onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi). Bu şekilde strese girmez, ve her gün taze bir beyin ile uyanır ve her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz!

Salı, Mart 23, 2010

Radikal'in Kalitesiz Dilbert Çevirisi

Dilbert'i uzun süredir takip ederim. Gerçekten iş hayatıyla ilgili harika esprileri var. Bu arada Dilbert'in Radikal gazetesinde de çevirileri yayınlanmakta. Ben dilbert.com'dan orjinal esprileri takip etmeye çalışıyorum çünkü radikal'dekiler gerçekten çok kötü çeviriyorlar. Geçenlerde radikalin yaptığı kalitesiz çeviri ise hakkaten yenilir yutulur cinsten değil.


Aşağıdaki Dilbert karikatüründe ince bir kelime oyunu var. Müdürün ombudsman* olarak işe aldığı cehennem zebanisi kendisine Helen Fry ismiyle hitap edilmesine istiyor. Üçüncü karede yönetimle birisinin problemi olduğunda da müdür ona "Go to Helen Fry" (Helen Fry'a git) : okunduğu şekliyle "Go To Hell And Fry" (Cehenneme git ve yan) diyor.



Bu ince espriyi bizim Radikal nasıl çevirse beğenirsiniz. Espriyi anlamadan "Go to Hell and Fry" kısmını "Helen Fry'a git" olarak çevirmişler. 


Üstelik alttaki ingilizce "Yes I know it's an old joke" notunu çevirmeye gerek bile duymamışlar.



NOT: Karikatürleri büyük görmek için üzerine tıklayın.



(*) ombudsman: yönetim ile çalışanlar arasındaki aracı kişi

Perşembe, Ocak 07, 2010

Bankacılığın Püf Noktası


Yaşlı bankacı ile genç bankacı parkta sohbet ederek dolaşıyorlar.

Yaşlı, gence mesleğin püf noktalarını anlatıyor:

"- Bak evladım. Bu meslekte başarılı olmak için sadece fırsatları değerlendirmek yetmez. Zaman zaman fırsatları da senin yaratman gerekir. Bunun için sürekli dikkatli olman gerekir. Uygun bir yorumla hiç umulmadık olaylar bile, çok büyük fırsatlara dönüşebilir. Bak mesela, şu karşıda gördüğün taze köpek pisliği sana sadece iğrenç bir şey olarak geliyordur. Ama ben eğer, 'Şu pislikten bir lokma alıp ağzına atarsan sana 1 milyar lira veririm' dersem, olay senin açından nasıl da büyük bir fırsata dönüşüverir değil mi? Yapar mısın?"

Genç bankacı: "- Tabi efendim," der. Parmağını pisliğe daldırır, bir lokma alır yutar.

Yaşlı bankacı cebinden bir milyarı çıkartır, gence verir.

Bir süre yürürler, genç dayanamaz sorar:

"- Hocam, ben size aynı teklifte bulunsaydım kabul eder miydiniz? Bakın ileride de başka bir pislik var. 1 milyar karşılığı dener miydiniz?"

Yaşlı bankacı: "- Tabi ki" der. O da bir lokma alıp yutar. Genç bankacı da çıkartır, biraz önce kazandığı 1 milyarı iade eder. Bir süre sessiz sessiz yürürler. genç yine dayanamaz sorar:

"- Hocam, ne sizin cebinizdeki para miktarı değişti ne de benim cebimdeki. Söyler misiniz, biz bu boku niye yedik?"

Yaşlı bankacı cevap verir:

"- Öyle deme evladım. 2 milyarlık işlem hacmi yarattık!"