Pazar, Eylül 23, 2007

Türbandan korkanlara açık mektup

Türban ( ya da başörtüsü) tartışmalarına farklı bir bakış açısı:

Evet, Toplumsal algının bütünlüğü adına türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını savunuyoruz doğru. Ama hepsi bu kadar değil. Farklı boyutları var. aynı inanca sahip erkekler rahatça okurken, türbanlı kızların siyasi simge denilerek kapılardan çevrilmesini, evlerine hapsedilmesini, meslek sahibi olamamasını alkışlamak mümkün değil. Evet, insan hakları ihlali söz konusu. Cinsiyet ayrımcılığı da cabası. Elbette hak ve adalet duygumuz da zedeleniyor.Diyorsunuz ki: "Türban serbest bırakılırsa, türbanlılar Müslüman değil misiniz gerekçesiyle başı açıkları üniversiteye almayacak." Böylesine kesin bir veri bu sizin için. İddia bile değil. İnfaz. İnsanın iç dünyasının, kalbinde olanın hükmünü vermek kimseye düşmezken, o insanın niyetini okumakla kalmayıp koskoca bir topluluğu bir genellemeye indirgiyorsunuz. Dünyaya hangi tanımlarla esir düştüğünüzü görmüyor musunuz? Tanımadığınız biri için yaptığınız her tanım öncelikle sizi kendi dünyanıza hapsediyor. Öte yandan "türban serbest olursa başı açıklara mahalle baskısı uygulanacak, yakında türbansız öğrenci kalmayabilir" derken, bizzat sizin bu hükmünüz 'mahalle baskısı'ndan çok daha öte bir baskı oluşturmuyor mu? Tam da sivil bir anayasa hazırlandığı şu günlerde?

(......)

Kamusal alan diye yaptığınız tutarsız tariflerin hiçbir yaşam pratiği olmadığı halde (sağlık kuruluşu veya sokaklar bir kamusal alan değilken yüksek eğitim kuruluşları veya Meclis olabiliyor), siyaset bilimine ait çoğulcu bir tanımı, sosyolojinin tüm imkânlarını inkâr ederek kendi dağarcığınıza uygun olarak yeniden ürettiniz. Kamusal alan bu ülkede bir avuç seçkincinin 'özel mülkiyeti' midir? Sadece size ait bir yaşam algısında, size benzedikleri oranda var olma hakkı tanıdığınız insanlardan daha ne kadar soyutlanacaksınız? Sizin gibi olanlar mı siyaset yapmaya, okuyup 'adam' olmaya layıktır? Öteki ile kamusal alanda beraber olmayacaksanız nerede olacaksınız ki?

"Türbanlılar gelip başı açıkları da kapatacak" diyorsunuz. Mesela bunu nasıl yapacaklar hiç düşündünüz mü? Bir totaliter devlet kurmaksızın, ellerine silah almaksızın, teker teker türbanlılar bunu nasıl yapacaklar? Bir zamanlar sizin onları açmak için kurduğunuz ikna odalarına sizi soksalar inandırıcı olur muydu? Bazı türbanlı öğrenciler bir araya gelip çete mi kuracaklar, organize suç örgütü mü oluşturacaklar sizi zorla kapatmak için? Anayasa maddelerini bir bir çiğnerken de yargı mercii müdahale etmeyecek mi onlara? Bu ülkede askerî darbe olasılığı, türbanlıların başı açıkları zorla kapatmasından daha mı düşüktür, daha mı yüksek?

Türbanlıların bireysel baskı uygulayarak açıkları örteceğinden korkmak, İslam'a ait en basit terminolojiden bihaber olmaktır. Öte yandan bu nasıl bir niyet okumadır ki? Eğer peşin hüküm ve önyargılar bir insanın gelecekte nasıl davranacağına dair yeterli bir veri oluştursaydı, birbirimizi tanımak, anlamaya çalışmak, ilgi duymak, ilişki kurmak gibi insani yaklaşımlara gerek kalmazdı. Peşin hüküm kaskatı bir yumaktır ve insanı tek bir zaman kipinde taşlaştırır. Onun iradesini, kaderini, arzularını, değişim ve dönüşümlerini, hayallerini elinden alır. Onu kaba bir genellemeye indirger. Kaba genellemeler kısa yoldan bizi her zaman haklı olmaya, hakkı hep kendimize atfetmeye götürür. Haksızlığı ise hep öteki'ne mal ederiz. Bunun adı her dilde faşizmdir. Hakkı salt güçlü olana atfetmek, adalet duygunuzu zedelemiyor mu?

"Başörtüsü ninelerimizden beri takılıyor kimse de karışmıyordu, hiçbir sorun da olmuyordu" diyorsunuz. İstiyorsunuz ki, moda diye bir kavram sadece sizin giyinme biçiminizi değiştirsin, yalnızca sizin için etek boyları, pantolon paçaları genişlesin, darlaşsın, ama başkaları seksen yıl öncesinin giyinme biçimiyle kendini ifade etmeye çalışsın. Bu mudur hak? İhtiyarlardan daha iyi bildiğiniz şeyler sizin icatlarınızdır. Ruhu siz icat etmediniz. Ne de bu dünyayı. Suyu, toprağı, ateşi burada buldunuz yalnızca. Unutuyorsunuz. Hep 'dogma dünya' olsun istiyorsunuz. Kendi yarattığınız putlara taptığınız, kendi vehimlerinizi çoğalttığınız, salt kendi doğrularınızı 'evrensel değer' diye kutsamaya kalktığınız o dogma dünyada başkalarının ruhuna neden acaba sığdıramıyorsunuz takma kanatlarınızı? Haykırıyorsunuz şimdi. Etek boylarında, göğüs dekoltelerinde sizin ölçütlerinize endeksli mutlak bir uzlaşı sağlansın istiyorsunuz. Cumhuriyetin en temel kazanımları sizin algınızda tektip bir kadın görüntüsüne hapsolsun. Hep böyle kalsın. Bunun için mi kazandık Kurtuluş Savaşı'nı tesettürlülerle, hocalarla, imamlarla hep beraber? Ve şimdi sizin zihin ve kalplerimizde keskin bir bıçak darbesiyle bizleri iki cepheye ayırma çabanıza rağmen sabırla yaşatmaya çalışıyoruz cumhuriyeti, 'bütün' kalmaya çalışıyoruz vesselam.


Leyla İpekçi - Zaman


Bilkent Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi dekanı Prof. Dr. Metin Heper'in bu konu hakkındaki bir notu:

Türkiye'nin en saygın siyaset bilimcilerinden Prof. Dr. Metin Heper, ülkedeki hoşgörü ortamının geliştiğine dikkat çekiyor. Bilkent Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi dekanlığını da yürüten Heper, "Herkesin oturduğu yerden birtakım tahminlerde bulunması yanlış. 37 senedir üniversitelerde ders veriyorum, türban takan kızların takmayanlara baskı uyguladığına şahit olmadım." diyor. 'Mahalle baskısı' korkularının halka uzak olmaktan kaynaklandığını belirtiyor. Münferit olayları, toplumun geneline mal etmenin yanlış olduğunu vurguluyor. İddiaların gerçekliğini anlayabilmek için geçmişe bakmak gerektiğini anlatan Heper, "Bir grup belli şekilde hareket edip diğer grubu baskı altına aldı mı?" sorusunu yöneltiyor. 1980 öncesinde sağ ve sol kesimlerin birbirine tahammül edemediğini dile getiren Heper'e göre, 80'den sonra çok şey değişti.

Sağ ve soldan çok daha hassas olan din konusunda da toplum büyük bir hoşgörü kazandı. Bunun örneklerini öğrencilerinde de gördüğünü kaydeden Heper, 'mahalle baskısı' iddialarının yersizliğini şöyle açıklıyor: "Çok değişik kıyafette öğrencilerimiz birlikte arkadaşlık edip ders çalışıyor. Türban yasak; ama onun yerine şapka giyiyor öğrenciler. Örtünmeyen öğrencilerimiz başını şapkayla kapatanların türban takmak istediğini biliyor. Ama buna karşın hiçbir tepki göstermiyorlar. Benim kanaatim, şu anda şapkayla başını kapatan öğrenciler başörtüsüyle kapatsalar da açık öğrencilere baskı uygulamaz."

Salı, Eylül 11, 2007

Sevginin ve değerin ölçüsü

"Gelecek" dedim.. "Siz girin, ben beklerim.." Saat iki buçuğu geçiyordu, sinemanın önünde bir taksi durdu.. İçinden nefes nefese, Orta Doğulu indi..

"Kusura bakma geç kaldım" dedi.. "Öğleden sonra final sınavım vardı. Bu sınava raporsuz girmezsek, dönem hakkım yanar. Bu yüzden girdim. Kağıdın altını hemen bomboş imzalayıp verdim.. Fırladım, taksiye koşarken ayağım burkuldu, topuğum kırıldı.. Yurda gidip ayakkabımı değiştirmek zorunda kaldım. Bu yüzden geciktim.." Sonra kulağıma eğildi..

"Ama ne kadar geç kalırsam kalayım, kapıda beni bekleyeceğini biliyordum" dedi..

"Ben de geleceğini biliyordum" dedim, elini elimin içinde sıkarken..
Sevginin en yüce yanıdır, inanmak.. Ama ben başka şey anlatmak istiyorum, bugün.. İnsanları, ne kadar seviyoruz.. Onlara ne kadar değer veriyoruz.. Bunun bir tek şaşmaz ölçeği var.. Günlük hayatımızdaki önceliklerdeki yeri? "Hadi sen de gel" dediğimde "Sınavım var, gelemem" diyebilirdi, Orta Doğulu.. Kimse de bir şey diyemezdi. Öyle demedi..

"Senin için her şeyi yaparım" dedi.. Benimle herhangi bir gün, herhangi bir saatte gidebileceği o sinemaya, sırf ben o gün istiyorum diye, o gün gidebilmek için, sınavdan "sıfır" almaya razı oldu.

Şimdi bir de herkesin günlük yaşantısında her zaman rastlanan başka örneklere bakın.. "Sevgilim, sana tapıyorum. Bugün buluşmayı çok isterdim ama, berberden randevu almıştım.." "Alo, darling.. Bu gece seninle buluşacaktık ya.. Bir kız arkadaşım boy frendi ile bozuşmuş. Onu teselli etmem gerek. Beni affet!" "Hayatım, sen bir tanesin. Ama yarın buluşamayız.. Galatasaray'ın maçı var.." Listeyi sabaha kadar uzatabilirsiniz..

Şimdi, bir düşünün.. Hem size ileri sürülen özürlere.. Hem sizin ileri sürdüklerinize.. Kimi, neleri tercih ediyorsunuz, kimlere.. Ve siz nelere tercih ediliyorsunuz? Eğer, sizin için berberden, maçtan, sizi davet eden ya da size gelen herhangi bir arkadaştan sonra geliyorsa, sakın ola, onu sevdiğinizi falan düşünmeye kalkmayın. İnsanlar bazen kendilerini de kandırır, sevdiklerine.. Ya da şüpheye düşerler, "Ona karşı duygularım, çok karışık.. Seviyor muyum acaba" diye.. Sevginin ve değerin en yanılmaz ölçeği, tercihtir, önceliktir..

"Hadi sinemaya gidelim" dediğinizde, arkadaşınız "Tabii, harika" demeden önce "Ne film oynuyor" diyorsa, hele hele, ardından "Ben o filmi sevmem" deyip, buluşma teklifinizi reddediyorsa mesela, bilin ki asıl sevdiği sinemadır.. Siz değilsiniz.. Siz ancak onun ilgisini çekecek bir film, ve boş bir zamanını bulabilirseniz, onunla buluşabilirsiniz.

Bunun da adı sevgi olamaz tabii..
sevgide önemli olan bir arada olmaktır. Sinema bahanedir, sadece.. düşünün bakalım, sevdiğinizi sandığınız insanın, hayatınızdaki öncelik sırası nedir? En tepede mi?. O zaman gerçekten seviyorsunuz demektir. Ya da şöyle.. Hayatındaki en büyük önceliği daima size veriyorsa, hiç şüpheniz olmasın, en çok sizi seviyor. Onun için en değerli varlık sizsiniz.

Hem kendi karmaşık duygularınızı çözmenin, hem de onun duygularını kesinlikle belirlemenin en şaşmaz yoludur, öncelik testi..
Çünkü en çok sevilen, en önce gelir..

"Benim her şeyimsin" kolay laftır, herkes söyleyebilir. Eğer sizi her şeye tercih ediyorsa, ancak o zaman, her şeyisiniz demektir, gerçekten. Birisiyle ilgili duygularınızdan, ya da onun duygularından şüpheniz varsa, derhal bu "Öncelik" testini yapın, her günkü yaşantınızdan örnekleri hatırlayarak.. Şaşmaz gerçek hemen ortaya çıkacaktır.

Sevgi, bir bakıma, önceliktir, çünkü!

Hıncal Uluç - Sevginin ve değerin ölçüsü.. - 8 Eylül 2007 Cumartesi